20 Ocak 2021 Ankara
Allah’ı
Nasıl Görürüm? Körlükten Kurtulmaya Hazır Ol
İnsan tefekkür ederek kainat kitabını okumayı öğrenebilirse,
Çevresinde gördüğü her zerre ona Cenab-ı Hakk’ın yüceliğini
telkin eder ve onu Marifetullah’a yaklaştırır.
Hz. Fuzuli ne güzel söyler. “Eğer arif, ilahi vahyi idrak
edebilme yeteneğine sahip olsa, kainattaki her zerre, ona Hakk’ın emrini
ulaştıran bir Cebrail kesilir.”
Cenabı Hakk şöyle buyurur, “Görebildiğiniz ve göremediğiniz
şeyler üzerine yemin ederim ki, hiç şüphesiz o (Kur’an), çok şerefli bir
elçinin (getirdiği) sözdür) (El-Hakka 38-40)
Görebildiğimiz ve göremediğimiz bütün varlıklar Allah’ın güç
ve rububiyetinin (Rabbü’l alemin) ayetleridir. Onlarda düşünüp ibret alınacak sayısız
hikmetler vardır.
Zerre kadar bir çınar tohumunun verimli bir toprak
vasıtasıyla koca bir ağaç haline gelerek kazandığı muazzam ihtişam gibi.
Bizdeki tefekkür ve görmeye yönelik bir bakış ile Kur’an
ikliminden beslenip güçlenmesi sonucunda ulaşılacak sır, hikmet ve ibretlerde
muhteşem olacaktır.
Mevlana hazretleri buyurur, “Hakk’ı tanıyan iki göz sahibi
olursan iki dünya alanını da dostla dopdolu görürsün”
Dostumuzla beraber oturmuşuz, buna rağmen dosta “Ey dost,
dost nerede?” diye soruyoruz.
Dostun diyarında, yani Cenab-ı Hakk’ın mülkünde bulunduğumuz
halde, aklımızı kaybettiğimizden ötürü “Dost nerede, dost nerede?” deyip
duruyoruz.
Gafleti bertaraf eden gönüller için her şey Cenab-ı Hakk’ı
anlatır.
Hakk’ı tanıyan arif kullar nazarında her varlık, ilahi
kudretin bir tecellisidir.
Kainatta insana Rabbini tanıtmayan bir zerre bile yoktur.
Bütün kainatta müthiş bir ahenkle işleyen ilahi nizam
(düzen), Cenab-ı Hakk’ın kudretinin açık bir nişanesi olduğunu, kainatın yaratılışının
tesadüfle izah edilemeyeceğini, hiçbir şeyin boş yere yaratılmadığını gören
gözlere açıkça sergilemekte, işiten kulaklara lisan-ı hal ile adeta
haykırmaktadır.
Beşer idrak ve zevkinin ötesinde adeta bir gelin odası
itinasıyla döşenmiş olan bu kainat, bitkileriyle, hayvanlarıyla, insanlarıyla,
cemadatıyla, en küçük hücrelerine, zerrelerine, hatta atom içindeki elektron ve
proton gibi esrarlı unsurlarına kadar ilahi kudret ve azamet tecellilerinin
vitrinine benzer.
Gerçek akıl sahibi arifler nazarında, Cenab-ı Hakk’ın
varlığını ve birliğini inkar etmek imkansızdır.
Bunun içindir ki, “Cenab-ı Hakk, her zaman ve mekanda
tecellileriyle o kadar zahirdir ki, zuhururun şiddetinden gaibdir” denilmiştir.
Yani marifet ehline göre bizim beşeri gücümüz, Cenab-ı Hakk’ın
zuhur şiddetini idrak edecek seviyede olmadığından Cenab-ı Hakk gaibdir (gizli,
bilinmez).
Mesela bir odada 5000 wattlık bir lamba yansa, insanın
gözündeki yetenek bu ışığın şiddetine dayanamaz, hiçbir şey göremez. Hal
böyleyken milyonlarca güneşin şiddetinde ışığın sahibi olan Cenab-ı Hakk beşer
idraki açısından gaiptir.
Gündüz ışığında bahar manzarasını seyreden insan, baharın
yeşilliklerini rengarenk çiçekleri görürde onları görmesini sağlayan ışığın
farkında olmaz. Halbuki gördüğü bütün renkleri ışık sayesinde idrak etmektedir.
Diğer bir misalle hava ile yaşıyoruz. Bizi çepeçevre
kuşattığı halde onu göremiyoruz, ancak nefes alınca havanın varlığını
hissediyoruz. Havayı göremediğimiz halde onu inkar etmek yerine hava olamazsa
yaşayamayacağımızı biliyoruz. Bütün canlıların hayatiyeti ancak hava ile
olduğunu biliyoruz.
O halde hayal ve idrak ötesi Cenab-ı Hakk hem en gizli hem
de en aşikar olandır. Daha doğrusu zat olarak gizli tecelli olarak aşikardır.
Cenab-ı Hakk’ın biz kullarının önüne gayb perdesi çekmiş
olması, imtihan içindir. Bu gayb perdesi olması iman bir teklif olmaktan çıkıp
bir mecburiyet olurdu. Dolayısıyla iman etmenin kula kazandıracağı bir kıymet
olmazdı. Nitekim bu perdenin kalkacağı ahirette hiç kimse Allah’ı inkar
edemeyecektir. Fakat bu kabulün bir kıymeti kalmayacaktır.
Ku’an-ı Kerim’de müminler için “Onlar ki gayba iman ederler”
buyrulmuştur. Bu hakikatleri layıkıyla idrak eden arif kullar, bu sonsuz
kainattaki her varlık Cenab-ı Hakk’ın sonsuz kudretinin ve yüceliğinin birer tecellisi
olduğunu anlarlar. Buna karşılık kalp gözlerine gaflet perdesi inmiş olanlarsa,
bütün ilahi kudret, azamet, hikmet ve ibret tezahürlerini sıradan birer tabiat
hadisesi veya tesadüfi olaylar olarak görürler.
Şairin dediği gibi “Ol mahiler ki derya içredir, deryayı
bilmezler” Yani kimin mülkünde olduklarından habersiz bir şekilde kendilerini hiçbir
sorumluluğu olmayan başıboş bir varlık zannederler. Nefs ve şeytanın
kulaklarına üflediği sahte hürriyet yalanına inanarak, kendi heva ve heveslerinin
kulu kölesi olurlar. Sefaletlerini saadet ahmaklığına düşerler. Necip Fazıl’ın
ifadesiyle “Gökyüzünden habersiz uçurtma uçurmaya kalkarlar” Sayısız ilahi lütuf
ve nimetler içinde yaşadıkları halde ilahi nizama başkaldırma cüreti içinde
gafilane bir ömür sürerler. Bu sebeple yaratılmışların en gelişmişi olan
insanın, içinde yüzdüğü deryadan habersiz yaşayan balıklar gibi kainatı alık
bir çehreyle seyretmesi ne dehşetli bir gaflettir.
Cüneyd-i Bağdadi diyor ki “Bazılarının görmemesi görmesinden
iyidir” Zira onlar gördüklerinden ibret almazlar. Kainatta sergilenen ilahi
kudret ve azamet tecellilerinden ibret alamayan, eserden yazara, sanattan
sanatçıya intikal edemeyenlerin gönül gözü kör olmuş demektir.
Ayet-i Kerimede şöyle buyurulur “Resulüm seni yalanlayanlar
hiç yeryüzünde dolaşmadılar mı? Zira dolaşsalardı düşünecek kalpleri işitecek
kulakları olurdu”. Ama gerçek şu ki gözler kör olmaz, lakin göğüsler içindeki
kalpler kör olur”
İnsanı Eşref-i Mahlukat, yani yaratılmışların en şereflisi
hususiyette, gökler ve yerlerdeki yaratılmış her şeye ibret ve hikmet nazarıyla
bakmaktır.
Kur’an, kainat ve insanda sergilenen ilahi sanat
harikalarının tefekküründe derinleşerek marifetullahtan nasip alabilmektir.
Kaynak: Aşk-ı Neva