10 Aralık 2008

Dilek Ağacı

10 Aralık 2008
Bucak, 13:00

Sevgili dostlar, merhaba

Bugün sizlere sevgili hocam Baba Muktananda' nın "Nereye Gidiyorsun ?" adlı eserinden bir hikaye aktarmak istiyorum.

Bir zamanlar bi şehirden başka bi şehre dolaşan talihsiz bir adam varmış. Gayesizce oradan oraya dolaşırken yolunun üzerinde bir ormana gelmiş. Bir ağacın altına oturmuş ve kendisini çok huzurlu hissetmeye başlamış. Tatlı yumuşak bir rüzgar esiyormuş ve adam etrafına bakmış ve içinde oturduğu ormanın ne kadar güzel olduğunu düşünmüş.

“Eğer bir eşim sevgilim olsaydı ne kadar mutlu olurdum” diye iç geçirmiş. Altında oturduğu ağaç meğerse bir dilek ağacıymış. Dilek ağacı kutsaldır ve eğer altında oturan kişi bir dilekte bulunursa, dileği anında yerine geldiği söylenir. Dolayısıyla, o anda güzel bir kız ortaya çıkıvermiş. Adam şaşkına dönmüş. Kız onun yanına oturmuş ve bir süre adam mutlu olmuş.
Sonra adam şöyle düşünmüş, “ Ne yazıkki ikimiz ağacın altında, çimenlerin üzerinde, açıkta oturuyoruz. Birkaç yatak odası ve bir mutfağı olan dayalı döşeli bir evimiz olsaydı ne iyi olurdu. O zaman hiç bir eksiğimiz kalmazdı”. Hemen o anda, oracıkta dilediği gibi bir eve ortaya çılmış. Adam çok mutlu olmuş, sevgilisi ile birlikte eve girmişler, yere oturmuşlar ve sıcak samimi bir sohbete başlamışlar. Sonra adam demişki, “Baksana, bu evde fakir insanlar gibi yaşıyoruz, şöyle beyler gibi bizimde bir kahyamız, birkaç hizmetçimiz olsaydı ve bize yemek hazırlasaydı” Göz açıp kapayıncaya kadar, bir kahya ve iki hizmetçi belirivermiş. Adam hizmetçileri çağırmış ve “bize iki kişilik şöyle mükellef bir sofra kurun” demiş. Çok geçmeden baş hizmetçi yemekleri getirmiş. Adam yemeği tatmış, yemek çok lezzetliymiş. Sonra adam merak etmeye başlamış. “Ne oluyor yahu, bir eş istedim hemen ortaya çıktı ve beni sevgiyle kucakladı. Sonra bir eve diledim, çok güzel bir evim oldu. Sonra bir kahya ve iki hizmetçi istedim, hemen geldiler. Sonra mükellef bir sofra istedim, o anda hemen istediğim oldu. Neler oluyor? Yoksa burada bir cin mi var?

Hemen o anda bir, kocaman ağızlı korkunç bir cin ortaya çıkıvermiş. “Hayır hayır bu cin beni yiyecek”, diye bağırmış adam. Ve cin adamı oracıkta yutuvermiş. Ve bizde hikayenin sonuna geldik. Kıssadan hissemizi alırsak...

Bu günahkar adam kendini, hayallerinin içine hapsetti. Başlangıçta iyi şeyler düşündü, fakat hayal kurarken bir ara kendi cinini ve ölümünü hayat etti. Eğer bir cin hayal etmek yerine “Bunları bana Allah veriyor” diye düşünseydi, kaderi daha farklı olabilirdi. Eğer aydınlanmış bir insan, büyük bir Siddha, olmayı dileseydi bir şeyler kazanmış olacaktı. Fakat o kendi ölümünü hayal etti, ve ölüm ayağına geldi.

Yaşadığımız bu dünya işte bundan ibaret. Kalbimizde, ilahi Bilincin dilek ağacı var, ve biz onun gölgesinde oturuyoruz. Bizler, kendi düşünce ve hayal dünyamızı yaratıp duruyoruz. “Ben günahkarım”, “Ben aşağılık biriyim”, “Ben şuyum”, ve “Ben buyum” diye düşünüyoruz. Kendi ördüğümüz ağlara tutsak oluyoruz ve sonra bir gün ölüyoruz.

Büyük bir ermiş gördüğümüz dünyayı şöyle tarif etmiş. “Dünya yok, adamlar yok, kadınlar yok, günah yok, ve yanılgı yok. Gördüğümüz şey, kozmik Bilincin muhteşem oyunundan başka bir şey değil.” Bizde şeyleri böyle görmeliyiz. Bilinç olduğumuzu düşünmeliyiz. Öz olduğumuzu düşünmeliyiz.

08 Kasım 2008

Hangisi Gerçek?

14 ekim 2008, Salı
07:00, Bucak, Burdur

Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla ...

Gerçeği, hakikatı arayan ey benim sevgili kardeşim !

Gerçeği dışarda arama kendinde ara, orda burda şurda değil, kendi Özünde ara. “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir” demiş Atatürk. Seninde mürşidin hakiki ilim olsun. Hakiki ilimden neyi kastediyorsun, dersen?. Onu da bana sorma, kendi Özünde ara, bul. Çünkü hakiki ilim öyle bir ilimki, onun objesi sensin, nesnesi sensin, laboratuvarı sensin.

Yunus Emre’min dediği gibi, “İlim ilim bilmektir. İlim kendin bilmektir. Sen kendin bilmez isen... Bu nice okumaktır”.

Sevgili kardeşim, en büyük ilim kendini bilmektir. Allah (c.c), Kur’an Kerim’inde diyorki, “Ben size, sizden yakınım”. Onu gökte, yerde, Kabe’de uzaklarda arama, o senin kalbindedir. Sen yeterki kalbini yumuşat.

Sevgili öğretmenim, Swami Muktananda “Nereye Gidiyorsun” adlı eserinde diyorki, “Tanrı, senin içinde Öz olarak yerleşiktir. Sen dünyayı, hayatı sadece uyanıkken sana göründüğü haliyle biliyorsun. Onun ötesinde yatan hakikati bilmiyorsun, her gece rüyanda sıradan deneyimlerinin ötesinde farklı bir dünya deneyimlediğin halde. Sen uyanıkken, çevrende gördüğün her neyse senin için gerçek. Fakat, uykuya daldığında ve rüya gördüğünde, uyanıkken deneyimlediğin dünya, hayat kaybolur gider, onun yerine rüyalar alemi gerçek olur.”
Sana, Swami Muktananda hocamın, “Nereye Gidiyorsun ?” adlı eserinden bir hikaye aktarayım.

“Hindistanda eski çağlarda, Janaka isminde bir kral varmış. Bu kral aynı zamanda çok bilge bir kişiymiş. Birgün öğle yemeğinden sonra, çiçeklerle bezenmiş yatağında şöyle biraz kestirmek için uzanmış ve uyuya kalmış. Hizmetçileri ellerinde yelpazelerle onu serinletiyor, muhafızları kapıda nöbet tıutuyormuş. Janaka uyuyunca, komşu ülkenin kralının kendi ülkesine saldırdığını ve savaş meydanında onu yendiğini görmüş. Muzaffer kral, Janaka’ya hür olduğunu ve krallığını, sarayını terkedip istediği yere gidebileceğini söylemiş. Savaştan yorgun, bitkin çıkan Janaka krallığını terkedip yollara düşmüş. Kısa süre sonra aç kalmış. Sağa sola dolaşırken, bir mısır tarlasına rastgelmiş ve iki mısır koçanı koparmış ve yemeye başlamış. Tam o sırada tarlanın sahibi çıkagelmiş ve kendi mısırları ile karnını doyuran bu yabancıyı görmüş. Hemen kamçısını çıkarıp, kralı fena halde kamçılamış. Bu kamçı darbelerini yer yemez, Janaka uyanmış. Yerine oturmuş ve bakmışki kendi yatağında duruyor, ve hizmetçileri onu yelpazeleri ile serinletmeye devam ediyor, muhafızları nöbette hazır bekliyorlar. Rahatlayan kral tekrar yatağına uzanmış ve gözlerini kapatmış. Bir süre sonra kensisini tekrar mısır tarlasında ve çiftçi tarafından dövüldüğünü görmüş. Gözlerini açmış ve bakmışki hala yatağında yatıyor. O zaman merak etmeye başlamış. “Bunlardan hangisi gerçek, rüyadakiler mi, yoksa şimdi gördüklerim mi?, buna bir cevap bulmam lazım”.

Bütün krallığa haber salmış ve bütün büyük din adamlarını, bilim adamlarını, azizleri, ermişleri, kahinleri, mucitleri hepsini saraya gelmelerini ve bu soruya cevap vermelerini emretmiş.

Hepsi sarayda toplandıklarında, onlara sormuş. “Söyleyin bana, hangisi gerçek, uyanıklık halimi, rüya halimi?” Fakat hiçbiri soruya nasıl cevap vereceklerini bilememiş. Rüya haline gerçek deseler, uyanıklık haline sahte demiş olacaklar. Uyanıklık haline gerçek deseler, rüya haline sahte demiş olacaklar.

Kral çok kızmış ve “Hepinizi yıllardır besliyorum” demiş. “Basit bir soruma cevap veremediniz. Tek yaptığınız yemek ve şişmanlamak” Hepsinin krallığın zindanına atılmasını emretmiş. Sonra bu sorunun yazılıp krallığın dört bir yanında halka açık yerlerde asılmasını ve duyurulmasını söylemiş.

“Şu durumlardan hangisi gerçektir? Rüya mı, uyanıklık mı? Her kim bu sorunun cevabını biliyorsa sarayıma gelsin ve bana açıklasın”

Çok günler geçmiş. Kahinlerden birinin Ashtavakra adında bir oğlu varmış. Bu isim, sekiz yerinden deforme anlamına geliyormuş. Çünkü Ashtavakra tamamen eğri büğrü bir bedenle dünyaya gelmiş. Bir gün, Ashtavakra annesine sormuş, “babam nerede?” Annesi de cevap vermiş. “Kralın hapishanesinde”. “Neden bir şeymi çaldı?” demiş, Ashtavakra. Annesi, “hayır” demiş, “Kralın sorusuna cevap veremedi, dolayısıyla hapsaneye atıldı” “Bu soruya ben cevap verebilirim” dedi, Ashtavakra ve doğruca kralın sarayına gitti.

Sarayın dışında kocaman bir davul vardı ve yanında da bir yazı. “Her kimki kralın sorusuna cevap vermek ister, davula vursun” Ashtavakra davula vurdu. Sarayın kapısı açıldı ve kralın kabul salonuna alındı. Vezirler, Ashtavakra’yı kabul salonunda yürürken gördüklerinde hepside gülmeye başladılar. Bütün krallığın alimleri cevap verememişken, bu biçimsiz çocuğun kralın sorusuna cevap verebileceğini düşünmesi, onları eğlendiriyordu. Ashtavakra onları görünce, o da gülmeye başladı.

Kral sordu, “Vezirler gülüyor, çünkü o kadar garip ve komik yürüyorsun ki, ve ayrıca çok gençsin. Fakat bana söyle, sen niye gülüyorsun?” Ashtavakra cevap verdi, “Majesteleri, siz ve vezirlerinizin aydınlanmış insanlar olduğunuzu duymuştum, fakat şimdi görüyorum ki çok aptalmışsınız. Siz benim bedenimin biçimsizliğine gülüyorsunuz, ki o sadece deri ve kemikten ibarettir. Bütün bedenler aynı beş elementten yapılmıştır. Eğer bana Öz açısından bakmış olsaydınız, Özün herkeste aynı olduğunu ve gülecek bir şeyin olmadığını görürdünüz. Ve, sorunuza gelince, Ey kral, ne uyanıklık durumu ne de rüya gerçektir. Uyanık olduğun zaman, rüya alemi gerçek değildir ve rüya gördüğünde uyanıklık alemi gerçek değildir. Dolayısıyla, hiçbiride gerçek olamaz.”

Kral sordu “Eğer her ikiside, uyanıklık ve rüya, gerçek değilse, gerçek olan ne?”

“Uyanıklık ve rüyanın ötesinde bir durum daha vardır” diye cevapladı Ashtavakra. “Onu keşfet, sadece o gerçektir.”

Herkesin kendi Özündeki gerçeği bulması dileklerimle... Galip Turpan

04 Kasım 2008

Serçe Kuşları ve Sivri sinek

10.10.2008, Cuma
07:00, Bucak

Rahman ve rahim olan Allah’ın adıyla ...

Sevgilim günaydın, bu sabah serçe kuşları uyandırdı. Serçe kuşlarının cıvıltıları ruhuma neşe veriyor. Sesleri azaldı., tek tük cıvıldaşıyorlar şimdi. Sabah 06:30’da kalktığımda bütün güçleriyle, birbirleriyle yarışırcasına ötüşüp duruyorlardı. Güneşin doğuşunu sevinçle bekliyorlar, bak şimdi sustular gibi, arada bir ikisi cik cik diyor. Güneş doğunca susuyorlar herhalde. Demekki, her gün güneşin doğumasına yarım saat kala günün başlangıcını neşeli şarkılarla karşılıyorlar.

Sevgilim, serçe kuşlarını anladık da, sivri sinek ne alaka, diye düşünüyorsun değilmi? Bu gece odamdaki bir sivrisinek gece yarısı 02:00’den beri beni uyutmadı. Uykusuz bıraktı beni bütün gece. Ona, gece yarısı kalktığımda çok kızmıştım. “Allah’ın belası musibet mahluk, beni uyutmadın” demiştim. Ancak şöyle sıcak güzel bir duş alıp, dört rekat şükür namazı kıldıktan sonra, tekrar düşündüğümde haksızlık etmişim o küçük yaratığa. Sevgilim biliyormusun, biraz önce serçelerin güneşin doğuşunu kutlayışını sana anlatırken, sivri sinek sağ kulağıma vızıldayıp, kendini hatırlatıp gitti.

Her sabah güneşi doğudan yükselten, serçeyi cıvıltatan, sivrisineği vızıldatan, yüce Allah’ım senin ilmin ne yücedir. Hamd olsun verdiğin nimetlere, sağlık ve afiyete. Bu mübarek günde, bu düşünceleri zihnimde yaratan, bu yazıları yazan akıla ve ele, gören göze hamd olsun. Amin. Galip Turpan

10 Ekim 2008

Şükürler olsun

10 Ekim 2008, 07:07
Bucak Burdur Türkiye

Rahman ve rahim olan yüce Allah’ın adıyla ... Alemlerin Rabbına hamd ederim.

Allah’ım sana şükürler olsun. Günlerdir, aylardır, yıllardır yazmak istiyordum. Nasip bu güne imiş. İlk mektubumu sana yazıyorum.

Burdur’un Bucak ilçesinde, AS Çimento’nun misafirhanesinde, güzel bir sonbahar sabahının seher vaktinde sana yazmak, sana şükretmek ne güzel. Kalbimdeki ilahi sevgi enerjisini açığa çıkardığın, sana yazmak gücünü verdiğin ve sana yaklaştırdığın için çok teşekkür ederim.

Senin izninle, senin rızanla onyedi senedir çektiğim çile bundan sonra bitecek inşallah. Geçen bu onyedi senede çok şeyler yaşadım, çok üzüldüm, çok sevindim, çok sıkıntı çektim ve çok şey öğrendim. En çok ayrılık acısının ne olduğunu öğrendim. Yalnızlığın hem iyi hem de kötü taraflarının olduğunu, gerektiğinde içe dönmenin iyi ancak çok aşırıya kaçtığımda kötü olduğunu öğrendim.

Seher vaktinde cıvıldaşmaya başlayan serçeler şimdi sustular. Güneş doğdu. Kızılkaya’nın dağlarını sarı ışıkları ile ısıtmaya başladı. Havada çimento fabrikasının uzaktan gelen sesi var. Birde tek tük gelip giden kamyonların sesi. Gelip geçen kamyonlara üren köpeklerin sesleri saksağanların seslerini bastırıyor.

Allah’ım sana şükürler olsun, sana bu mektubumu yazmamı nasip ettiğin için. Doğduğum topraklara geri dönmek, havasını solumak ve ilimin dili ile yazmak ne güzel.

Aslında sen aklımdan geçenleri, kalemimin ucundan dökülen bu kelimeleri hepsini biliyorsun. Benim esas gayem, biraz halimi arz etmek ve daha çok beni dinleyecek ve anlayacak insan kardeşlerimle hemhal olmak, duygu ve düşüncelerimi paylaşmak. Bazıları buna empati diyor, İngilizce’den ithal. Biliyorsun, bizim buralarda bir laf vardır. “Kızım sana söylüyorum ... gelinim sen anla”. Bende bu hesap, “Allah’ım sana yazıyorum, sevgili kardeşim sen anla”

Allah’ım duygu ve düşüncelerimi kağıda dökebilmem için bana akıl, beden ve duygu sağlığı ver. Amin.
Galip Turpan

BU YUNUS EMRE DENEN ŞAHIS ARTIK ÇOK OLUYOR

BU YUNUS EMRE DENEN ŞAHIS ARTIK ÇOK OLUYOR (Ömer Sami Ayçiçek. Araştırmacı-Yazar) Bu, Yunus Emre denen şahıs artık çok oluyor! Ben bu veli z...