05 Aralık 2022

BU YUNUS EMRE DENEN ŞAHIS ARTIK ÇOK OLUYOR

BU YUNUS EMRE DENEN ŞAHIS ARTIK ÇOK OLUYOR
(Ömer Sami Ayçiçek. Araştırmacı-Yazar)

Bu, Yunus Emre denen şahıs artık çok oluyor! Ben bu veli zattan şikâyetçiyim! Alemlerde, yaratılışta nereye insek nereye çıksak, hangi hakikat bilgisine ersek, bakıyorum “Miskin Yunus” orada! Bir de kendisine, “miskin” demiş, ne miskini kardeşim, bu zat resmen uçuyor ve her taşın altından çıkıyor! Kendisinin bu halinden bir ben şikayetçi değilim. 

Aynı dertten Yüce Mevlâna Hazretleri de mustarip olmuş. Hazreti Mevlâna, Yunus’u kastederek şöyle demiş: “Hangi makama çıktıysam, o Türkmen Kocası’nın ayak izlerini önümde gördüm.” Bu söz literatürde tartışmalı olsa da bana göre kesin doğru, çünkü yaşayan bilir. Durup dururken bu söz niye ortaya çıksın? Anlıyorum ki, Hazreti Mevlâna bu üçüncü şahıstan çok çekmiş. Düşünün, yaratılışın derinliklerinde manen ilerliyorsunuz, bir aleme geliyorsunuz. Tam, “buranın keşfini ben yaptım” diyecekken bu üçüncü şahsın ayak izlerini görüyorsunuz. (Bu böyledir; Seyrü Sülükte bir aleme vardıysanız, o alemin nurunu bünyenize nakşedersiniz ama aynı şekilde alem de sizin nurunuzu, -burada ayak izi- bünyesine alır. İşte Hazreti Mevlâna hep bu nuru görmüş.) 

Bizim de başımıza aynı işler geldi! Nereden geçtiysek, orada bu üçüncü şahıs! Şimdi size bunlardan birkaç örnek sunacağım. (Bu zata üçüncü şahıs dememin bir nedeni de şu: Üç ismi duyduğumda tüylerim diken diken olur. –Yine oldu.- Birincisi; Hazreti Peygamberim, (sav) ikincisi; Abdülkadir Geylani Hazretleri, üçüncü şahıs; Yunus Emre…) 

Başlayalım: -Efendim cehennemi ziyaret ettik. Hatta bunu, “Cehennemi Ziyaret” adı altında kitaplaştırdık. Sonra bir baktık ki, bu şahıs da orayı ziyaret etmiş. Biz de kendisinin bu ziyaretini kitaba ekledik. Kitabımızın 11. bölümünden bir parça alıntı yapalım: Yunus Emre’nin cehennemi ziyaret ettiğini bir şiirindeki dörtlüklerden anlıyoruz. Gerçi o şiirinde kendisi mezarları ziyaretten başlıyor, sonra cennetlere çıkıyor, cennet halkı ile görüşüyor ve ardından cehenneme uğrayıp, oradakilerin durumunu görüyor. Ve onlarla konuşuyor. Yunus Emre’nin birçok şiirinden kendisinin varlık alemlerini dolaştığını, alt boyutlara indiğini, hatta zaman kavramını aşarak daha insan dünyaya inmeden önceki ruhsal dönemleri de gezdiğini anlıyoruz. 
 
Yunus Emre’nin konumuz ile ilgili dörtlükleri şöyle: 
 
Münkir-münafıkın hali.              

Vardım gördüm orda katı Cehennemde yatar kalı.              
Hiç uçmaya girmez imiş 
Dili dilince söyledi 
Hallerini arzeyledi
Varın mümin olun dedi
Mümin olan ölmez imiş.

Yunus Emre’nin yer altı boyutlarına indiğini de bir Ekol çalışması sırasında oralara indiğimizde anladık. Biz onu, kendinden bir parça oluşturarak bu boyutlarda sevgi ile oluşturulmuş bir mekânda yaşarken görmüştük.

Efendim, daha dünyaya insan inmemiş. Herkes ruh. Elestte toplanılmış. Bize bu toplantıyı gösterdiler. Zaman ve mekânı aşarak olayı izledik. Oradan bir parça arz edelim.

2.1.2005 celsesinden: 
Ömer: Diğer taraftan ruh grubu var. Peygamberler var. Bunların başında Muhammed Aleyhisselam var. O kadar ruhun içinden kendisi seçiliyor.
 
Medyum: O seçimi gösterdiler önce. O neydi, ben onu anlamadım? Aşağılarda bir topluluk var ama insan şeklinde değiller, hepsi aynı bu küre gibiler.
 
Ömer: Nur topu gibi ruh halindeler.
 
Medyum: Ama böyle kalabalık dizilmişler. Uzun bir dikdörtgen var. Başta kırmızı renk var, sonda da hiçbir renk yok. O şekilde oynuyor bu renkler ve hareket ediyor o uzun şey. Ruhların üzerinde hareket etti. Oradan bir küre ona yapıştı, sonra yukarılara gitti. Ondan sonra o küre o perdenin oraya geldi. O şekilde oldu, ben onu anlamadım. Şimdi o nurların arasındayız. Onlar konuşmuyorlar. Ben hepsine bakıyorum.
 
Ömer: Bu arada bir sayı algılıyor musun?

Medyum: 170.000. O kürelerin, o ruhların hepsinin nurları, renkleri farklı.
 
Ömer: Her birinde bir kişilik, fıtrat var. Bunlar kim?

Medyum
: Galiba peygamberler.

Ömer
: Seçim onların arasından yapılıyor. Başka ruh grupları var; veliler vs. ama onlar daha aşağıdalar.

Medyum
: Evet. Muhammed Aleyhisselam’ın, onun ruhunu, küresel halini görüyorum. O’nun küresinin nurunun renkleri oradaki 170.000 rengi üzerinde taşıyor. (Hz. Peygamberin Hayatının bilinmeyen Manevi Yönleri ve Muhammed Suresi Görevi.) Şimdi biz bu ilahi bilgiye erdik, sonra Yunus Emre’nin şiirlerinde bu bilgi karşımıza çıktı. Bu zat da bizden önce oraya ulaşıp, olayı izlemiş. Kendisini de bu 170 bin zat içinde görmüş. (Bunların 124 bini peygamber olacak, kalanı ve yakın alt tabakalardakiler de veliler olacak.) Bu küresel nu halinde gördüklerine de şiirinde, “feriştah” adını vermiş. Biz bu konuyu, “Sakarya’nın Kıyamı ve Yokuşlarda Susamak” isimli kitabımızın 13. bölümünde işlemiştik, oradan bir alıntı yapalım: Ruhsal çalışmalarımızda hakikat bilgisi olarak öğrendiğimiz; Rabbe en yakın 170 binlik ruh grubu kavramının Yunus Emre’nin şiirlerinde bir sır bilgisi olarak işlendiğini görmek bizi hem şaşırttı hem sevindirdi.

Aşık Yunus'un Şiiri
Yure bünyad vurulmadan, yer gök halayık olmadan,
Levn-ü kalem çalınmadan, mülkü yaradandayıdım.
Yüz yetmiş bin ferişteler, saf bağlayıp durucağız,
Cebrail'i gördüm onda, o ulu divandayıdım.
Yunus bu cümle varlığın dost katında zerre değil
Güft ile kelâmdayım, hem bunda hem anda idim. 

Yunus Emre ilk şiirin dördüncü beytinde “yüz yetmiş bin feriştah” sözünü ediyor. Burada ruh demiyor ama parlak olan, parlaklık, nur saçan anlamına gelen kelimeyi kullanıyor. Farsçada ise bu kelime melek anlamında da kullanılıyor ki, melekler de zaten yine nur saçan varlıklar olarak biliniyor.

Sanırım konu anlaşılmıştır. Bizim 2000’li yıllarda eriştiğimiz bu hakikat bilgisine Yunus Emre yaklaşık 700 yıl öncesinden erişmiş.

“Rabbe en yakın 170 bin zatlık bir ruh grubu var, işte ben onların içindenim” diyor. “Daha on sekiz bin âlem yaratılmadan önce o seçilme anında ruhların kademe kademe Rabbin huzurunda toplandığını” söylüyor. Orayı, “ulu divan” olarak yorumluyor.

Gelelim bir başka şikâyet konumuza! Bir celsemizde İlahi Alem önemli bir hakikat bilgisini bize vermişti: Özeti şöyleydi: İnsan 7 nefsini ıslah edip 7 benliğini işletmeye açıncaya kadar dünyaya gelip gidiyor. Bunu başardığında dünyadan mezun oluyor. İşte bu 7 benliğin dördünü alana kadar dünyaya doğma mecburiyeti var. İlk dört nefsini ıslah edip, karşıt dört benliğini alınca, bundan sonraki kalan üç nefis ve benlik için dünyaya inme mecburiyeti ortadan kalkıyor. Bir ruh isterse dünyaya iniyor, isterse ahret aleminde yaşayarak bu sınavını tamamlıyor. İşte bu hakikat bilgisini Yunus Emre’nin divanında şiir diliyle gördük, şöyle diyor:

"Evet Yunus yedi dedi
Ama üçünü gizledi, Onu dahi deyiverem
Gelip halvet soranlara"


Yani Yunus bu yedi benliğin elde edilmesini dile getiriyor ama “üçünü gizliyorum, o üçünü gizli yer olan ahrette tamamlayabilirsin. İstersen bu gizemin tüm ayrıntılarını anlatabilirim” diyor.

Şimdi de artık beni şikâyete sevk eden ve bardağı taşıran son hünerine gelelim! Biz yıllarca canımızı dişimize takalım, sonunda Geminin yerini nokta hedefiyle bulalım. Ve bir bakalım ki bu şahıs bir şiirinde bu yeri nokta hedefiyle söylemiş. Hem de “şimdi burada bir sır veriyorum, dikkat edin” mealinde konuşmuş! Biz Geminin konduğu noktaya bir çapraz işaret koymuştuk, bu çaprazın çentikleri, yüksekliği ve zirveye göre açıyı gösteriyordu. İşte bizim bulduğumuz bu iki sayıyı, bu şahıs şiirinde aynen belirtiyor. Bunları burada belirtmeyeceğim, hatta o şiiri ve şerhini de söylemeyeceğim.

“Nuh’un Gemisi’ni Bilenler” isimli kitabımızın 6. bölümünde bunlar ayrıntılı olarak yer alıyor. Sadece o bölümün sonunu alarak makalemizi bitireceğim.

Ve 14. son beyit: “Yunus bu sözü mümkün olmayacak diye söylemedi, Mana yüzün gösterir bu şairler kocası” diyor.

Evet, Yunus bu muazzam şiirinde görünenin ötesindeki asıl manayı göstermiştir ve “bunlara olmayacak şey deme, bu olacaktır. Gemi dediğim yerdedir ve arkası gelecektir” diyor. Daha ne desin? Âcizane anladığım o ki, Yunus burada alın ve gönül gözünün açılması ile (ki, şiirlerinden bunun çok sık olduğunu anlıyoruz) Gemiye ait sırları, yerini, dağdan indirilmesini, kimlerin Gemiyi hak edeceğini vs. görmüştür. İşte bunları da şiir dili içinde böyle yazıp söylemiştir.

O da ayetlerdeki yönteme uyarak Geminin yerini, vaktinden önce bulunup yok edilmesin diye sırlı biçimde şiirlerinde söylemiştir.

Hz. Peygamberim gibi, Geylani gibi, adını andıkça tüylerimi diken diken eden Koca Yunus, Miskin Yunus, Bizim Yunus, senin de ruhun şad olsun.

04 Aralık 2022

369 VE 432 SAYILARI İLE EN BÜYÜK SÖZÜN BAĞLANTISI

 

369 VE 432 SAYILARI İLE EN BÜYÜK SÖZÜN BAĞLANTISI
(Ömer Sami Ayçiçek, Araştırmacı-Yazar)

 

          Nikola Tesla, “evrenin sırrının 3, 6, 9 sayılarında olduğunu” söylüyordu. Bu sayılardaki gizemi çözersek, yaratılışın sırrını da çözmüş olacaktık. 369’un yanı sıra benzer şekilde bir de 432 sayısı var. 432 Hstandart akort frekansının evrenle daha uyumlu olduğu ve insanlarda pozitif etkiler bıraktığı konuşuluyor.

 

          Biz bu iki sayıyı da “la ilahe illallah” en büyük sözünün yapısında gördük. Hatırlanırsa bu söz hakkında Muhyiddin Arabi, “İsmi Azam” kitabında şöyle diyordu: “Bu kelime, varoluşun temelinin ayakta durmasının sebebi olan hak sözdür. Gökler ve yeryüzü ancak onunla varlığını ve düzenini sağlıklı bir şekilde sürdürebilir.”

 

          Biz ilk olarak 369 sayısını ele alalım. Bunun için önce iki alıntı arz edelim:

         

          Nikola Tesla: 3, 6, 9 Sayıları ve Evrenin Sırrı.

 

          Nikola Tesla birçok kişi tarafından bilindiği üzere kendi dönemine göre icat ettikleriyle ve zihin yapısıyla çağımızın çok ötesinde olan dahi bir mucittir ve bilim insanıdır. Dünya’daki teknolojik alt yapının %80’ninden fazlası Tesla’nın icatlarına dayanmaktadır. Dahası Tesla bu icatlarının tasarımlarını fiiliyata dökmeden önce zihninde hologramlar oluşturup tasarlamıştır. Tesla aynı zamanda da evrenin sırrı ile fazlasıyla ilgilenen bir insandı ve evrenin sırrını çözebilmemiz için 3,6 ve 9 sayılarının gizeminin çözülmesi gerektiğine inanıyordu. Peki bu sayıların evrenin sırrının çözümü için ne gibi özellikleri var? Gelin hep beraber inceleyim.

 

          Nikola Tesla 1898 yılında bir osilatör cihazı geliştirdi ve bu cihazı inşaat halindeki bir binada deneyip yapay deprem yaratmıştır. Bu cihazın işleyiş şekli şudur: Uyarılan her maddenin bir rezonansı vardır ve bu rezonans osilatör cihazıyla doğru bir frekansla arttılırsa o madde üzerinde yıkıcı bir etki oluşturur. Tesla’nın bu cihazı icat etmesinin sebebi fay hattındaki enerjileri bu cihaz sayesinde azaltarak daha büyük depremlere engel olmaktı. Bu olaydan kısa bir süre sonra Colorado’da art arda 3,6 ve 9 Eylül 1898 tarihlerinde 3 deprem daha meydana geldi. Ve Tesla da bunun üzerine o meşhur lafını söyledi:

 

          ”Eğer, 3 – 6 – 9 sayılarının görkemini bilseydiniz, o zaman evrenin kapılarını açacak  bir anahtarınız olurdu.” Bu sözüyle Tesla bu sayılarla ilgili önemli bir gizemi açıklamaya çalışmıştır. Tesla aynı zamanda da Dünya’nın boğum sayılarını hesaplamış ve bu sayıların 3,6 ve 9 sayılarıyla bağlantılı olduğunu fark etmiştir. Tesla’nın ilginç alışkanlarından birkaçı da 3’ün katları olan otel odalarının numaralarını seçmesi, bir binaya girmeden önce bir blok etrafında 3 defa dönmesi ve 18 peçete ile plakaları temizlemesiydi. Bizlere göre takıntılı bir davranış olarak görünse de Tesla’ya göre bu sayıların sadece kendisi için değil, herkes için önemli olduğunu düşünmekteydi. Ve bu düşüncesini şu meşhur sözüyle belli etmiştir, ‘’fiziki olmayan bir olgu hakkında bilim yapılmaya başlanırsa, 10 yıl içinde tüm asırlar boyunca yapılan gelişmeden daha fazla gelişme kaydedilecektir. Eğer evrenin sırlarını öğrenmek istiyorsanız; enerji, frekans ve titreşim kavramlarıyla düşünün.’’ (Çılgın Fizikçiler ve Bilim İnsanları Sitesi.)

 

          Şimdi diğer alıntımıza bakalım:

 

          Manevi ve kozmik kod 369'un sırrı nedir?

 

          Nikola Tesla diyor ki, “evrenin sırlarını bulmak istiyorsanız enerjiyi, frekansı ve titreşimi düşünün. Tesla neden, “3'ün evrenin anahtarı olduğunu” söyledi?

 

          Matematik alanındaki araştırmaları sırasında, yıldızların oluşumu, genetik hücrelerin gelişimi ve diğerleri gibi evrende meydana gelen sayısal örüntülerin ikili sistemin kuvvetlerine bağlı olduğunu ve buna yanıt verdiğini fark etti. Örnek olarak aşağıdaki gibi:

 

          1, 2, 4, 8, 16, 32, 64, 128, 256

 

          Bu sayıların alanı, diğer altı sayının enerji devresi üzerinde etkisi olan daha yüksek boyutlu enerjidir. Marco Rodin bunun serbest enerjinin gizli anahtarı olduğunu ve 3 sayısının herhangi bir katının özel bir enerjisi olduğunu, bu yüzden kutsal sayı olarak adlandırıldığını söylüyor. Fiziksel dünyayı tanımlayan 1 sayıları olduğundan ve bu nedenle 2 fiziksel değildir ve fiziksel dünyayı tanımlamaz, onu kuantum düzeyinde yönetir.

 

          Kozmik matris, beden ve ruhtan oluşan insandan başlayarak kutsal geometri veya ilahi damga olarak adlandırılan tüm canlılara kadar 3 sayısının katları üzerine kuruludur. 3'ün herhangi bir katı, yaratma ve somutlaştırma enerjisi olan özel bir enerjiye sahiptir. Ancak dokuzuncu, 369 gibi onlarla birleştirilirse, farklı bir enerjisi vardır, bu nedenle aydınlanma sembolü olarak adlandırılır. Çünkü:

 

          3 + = 3 6

          6+6=12,  2+1=3

          12+12=24,  4+2=6

          24+24=48,  8+4=12, 2+1=3

 

          Bu modelde 9 rakamı hiç görünmez, bu da 3 ve 6 rakamlarının boyutundan daha yüksek ayrı bir boyutu temsil ettiğini ve onlara hükmettiğini gösterir.

 

          Kuantum fiziğine göre, her dalganın 3 teravolt, 6 teravolt veya 9 teravolt olmak üzere bir enerjisi vardır. Böylece üç artar, yani dalganın enerjisi 3 ve katlarıdır.  Ve 369 kodunu incelersek ve sayılarını toplarsak, 3 sayısının katlarını aşağıdaki gibi elde ederiz.

 

          3 + = 6 9

          6+9=15,  6 demektir

          9+3=12,  3 demektir

          3+6+9=18, yani 9

 

          Ve 3 sayısını içlerindeki herhangi bir sayıya eklersek, sonuç aynı zamanda 3 sayısının bir katı olur.

 

          3+15=18=8+1=9

          12+3=15=1+5=6

          3+15=18=8+1=9

 

          3'ün katlarından oluşan sonsuz bir sürekli döngüde kalır ve döngünün 3'ün katlarından başka sayılar üretmesi imkansızdır. Bu kendi içinde özel bir manyetik alanı temsil eder ve özel bir frekansı vardır ve bir özelliği vardır. Bu sayılardan 3'un evreni yöneten en yüksek enerji olduğu ve düzeni sağlayan matematiksel bir kalıp olduğu sonucuna varılabilir

 

          Dokuz ardışık sayının tümünü toplarsak, sonuç 3'ün katıdır. Ve kayıt için, 3 sayısı da 6 sayısı tarafından yönetilir. Bu üç sayının diğer sayılardan farklı bir boyutu olduğu doğrudur, ancak 9 sayısı 3'den farklı bir boyutta bulunur.

 

          6 + = 3 9

          3 + = 9 9

          6 + 9 + 3 = 9

 

          Yani 9 sayısının evrenin kendisi anlamına geldiği ve titreşim, enerji ve frekansa odaklandığı söylenir.

 

          Onlara atadığımız miktarlardan daha fazla sayı var. Rakamlar canlıdır. Uyanık gerçekliğimizi inşa eder. Çağlar boyunca tüm mistikler ve filozoflar bu skaler evreni anladılar. Enerjiyi sentezlememiz ve dünyamızı iç iletişim yoluyla doğanın amaçladığı şekilde yeniden şekillendirmemiz uzun sürmeyecektir.

 

          Bu kayıp dijital sanat, gerçekliğin doğasını anlamak için bir kapıdır ve bu tür meditasyonlardan elde edilen psikolojik etkiler, ruhun evrimi için büyük önem taşır.

 

          Sayılar arasındaki ilişkilerin rastgele veya insan yapımı olmadığını, ancak bu sayıların aslında her şeyin yapıldığı temel parçacıklar olduğunu keşfedeceksiniz.

 

          Bu kayıp bilgi, eskiler tarafından iyi biliniyordu ve bugün bizim için keşfediliyor.

 

          Yavaş yavaş sayıları basit ama mükemmel bir XNUMXB matris ızgara deseninde görmeye başlayacaksınız. Bununla bu sayının sonsuzluk, sonsuz, sonsuz anlamına geldiğini anlıyoruz. (Ryan Şeyh Muhammed.)

***

          Bu alıntılardaki bazı yerleri koyu yaptım. Bunda dikkati çekmek istediğim husus şudur: Biz Ademoğlu olarak On Sekiz Bin alemlik yaratılış alanında yaşıyoruz. Burası Hz. Peygamberimizin (sav) 9 olan nurunun, aurasının, sevgi alanının üzerine kurulmuştur. (Bu makalede bunu anlatamayız. “Zatı Varlığın Hakikati ve Müddesir Olmak” isimli kitabımıza bakılabilir.) İlahi gerçek budur. İnsanlık bu 18 ile ifade edilen alemlerde ilerleyerek 9 olan ara nura varacaktır. O da insanı 1 olan Rabbine vardıracaktır. Dolayısıyla tüm bu alemlerde Allah ve Peygamberinin etkisi, 19 adı altında vücut bulmuştur. Artık bunları biliyoruz. Hiç şüphesiz bu yaratma ve yürütmenin matematik karşılıkları vardır. İşte bilim dünyası da bunu keşfediyor.  Tesla, “18 ve 9” diyor. Zaten 18; 1+8=9 ediyor. 9 sayısı bu alemlerin temel parçacığıdır. Ve alemlere hükmeden bir sayıdır. Yani hem alemlerin üzerinde 9 ile ifade edilen ve yönetim yeri olan “Muhammed Mustafa” makamı vardır. Hem de bu makamdan yayılan nurun üzerine 18 bin alemlik yaratılış alanı kurulmuştur. Alıntıda boşuna, “9 sayısının evrenin kendisi anlamına geldiği ve titreşim, enerji ve frekansa odaklandığı söylenir” denmiyor!

 

          Bunları bu şekilde tespit ettikten sonra 3, 6 ve 9’u bünyesinde bulunduran en büyük söze gelelim. Allah ve Peygamberinin 19 etkisi alemlerde hüküm sürerken, la ilahe illallah sözünün, nuru ve kudreti ayrı bir zemin halinde yaratma ve yürütmede mutlak olarak yer alır. Alemlerin aldığı her nefes bu söz üzerindendir.

 

          Şimdi bu sözün sayısal değerlerini belirleyelim:

 

          L   a     i   l   a   h   e     i   l   l   a   l   l   a   h

 

          15 1    11 15  1  10  6    11 15 15 1 15 15  1 10

 

          Alfabetik sayısal değer;      

          15+1+11+15+1+10+6+11+15+15+1+15+15+1+10 = 142

 

          Alfabetik rakamsal değer;

          1+5+1+1+1+1+5+1+1+0+6+1+1+1+5+1+5+1+1+5+1+5+1+1+0 = 52

 

          Rakam adedi; 25

 

          Harf adedi; 15

 

          Görüldüğü üzere bu sözün sayısal değerleri; 142, 52, 25 ve 15 olmaktadır. İşte bu değerlere sağdan yaklaşım metodunu uyguluyor ve onları topluyoruz. (Kur’an’ı Kerim’den bulduğumuz bu metodun ayrıntısına burada girmiyoruz. Fakat bir sayının sağdan ya da soldan yaklaşımında enerji frekansı aynıdır.) La ilahe illallah sözünün sayısal değerlerinin sağdan toplamı 369 olmaktadır.

 

          142, 52, 25, 15

 

          241+25+52+51=369…

 

***

          Şimdi 432 sayısına gelelim. Bunun için yine bazı alıntılar yapalım:

432'ye Karşı 440: Standartları Ayarlamanın Nihai Kılavuzu.

 

          Müzisyenler, ses mühendisleri, akustik fizikçiler arasında uzun süredir devam eden bir tartışma: Hangi ayar standardı "doğru olan?" A4= 440 Hz mi, A4= 432 Hz mi? Birçok yönden, tartışma sona ermiş gibi görünüyor - 440 Hz, onlarca yıldır dünyanın çoğu yerinde yaygın ayar standardı olmuştur. Yine de, 432 Hz'i tercih eden veya en azından bu alternatif ayarlama standardının modern kulaklar tarafından daha fazla kabul görmesini isteyen bir grup karşıt, ses meraklısı ve gerçek inanan vardır.

 

          Tarihin kısa versiyonu şöyledir: 20. yüzyılda, dünya çapında bir grup etkili müzisyen ve fizikçi bir araya geldi ve A4= 440 Hz'i ilerleyen orkestralar için standart ayar olarak belirlemeyi kabul etti. Bu standardizasyonun tam tarihi elbette çok daha sağlamdır ve çok çok uzun zaman önce başlar.

 

          Pisagor ıntonasyonu: Dik açılarla ilgili teoremiyle ünlü antik filozof ve matematikçi Pisagor'un da müziğe derin bir ilgisi vardı. Pisagor akort olarak bilinen şeyden tam olarak kimin sorumlu olduğu belirsiz olsa da, Pisagor'un mükemmel beşinci armonilerin temeli olarak 3:2 oranını kullanarak ayarlama sistemini geliştirdiğine inanılmaktadır (bu nedenle adını ondan almıştır.) Pisagor ayarında bulunan 3:2 aralık oranı, Pisagor mizacı olarak bilinen farklı ama benzer bir kavramı da bilgilendirir, mükemmel beşler yığınına dayanan 12 tonlu bir sistem. Bu sistemde, D 288 Hz olarak ayarlandığında, A (D'nin mükemmel beşte biri) notu 432 Hz'dir, çünkü D frekansının (288 Hz x 1,5 = 432 Hz) 3/2 (veya 1,5) katıdır. Burada A4= 432 Hz lehine erken bir matematiksel argüman yer almaktadır.  

 

          19. yüzyılın ortalarına kadar farklı ülkeler kendi ayar standartlarını belirlediler ve bu standartların çoğu kesinlikle kodlanmamıştı. 1859'a kadar Fransa, A4 = 435 Hz'i, 440 Hz'e kadar çarpmaya karar verene kadar İtalya için aynı olan arazinin kanunu olarak kabul etmedi. Birkaç on yıl sonra, 1917'de, ABD İtalyanlarla birlikte gemiye atladı. Ve sonra, 1950'lerde, Uluslararası Standardizasyon Örgütü, 1939'da ilk tavsiye ettikten sonra A4 = 440'ı resmen "konser alanı" olarak tanıdı ve dünya o zamandan beri büyük ölçüde buna bağlı kaldı.

 

          Bununla birlikte, bazı insanlar bu standardizasyonu müziğin doğasına militan ve boğucu bir dayatma olarak kabul edecektir - bazı durumlarda, hatta kalpleri ve zihinleri kontrol etmek için tasarlanmış büyük bir komplo teorisi. Bu planlar herhangi bir gerçek kanıt tarafından yedeklenmezken, insanlar çeşitli nedenlerle 440 Hz üzerinde 432 Hz lehine tartışmaya devam ediyor.

 

          432 Hz nedir: Bir enstrümanı kalibre etmek için bir tv tarayıcısı kullandıysanız, ekranın bir yerinde rastgele bir sayı fark etmiş olabilirsiniz: "440", ardından genellikle "Hz" harfleri. ("Hertz" için steno.) Akustik fizik veya müzik teorisinde bir geçmişiniz yoksa 440 Hz muhtemelen anlamsız görünüyor. Yine de, bu sadece A notunun başka bir yoludur; A4, özellikle (orta C'nin üzerinde meydana gelir.) Duyduğumuz her ses sadece bir ortamdan (yani gaz, sıvı veya katı) oluşan ve kulaklarımız tarafından alınan, daha sonra beynimiz tarafından işlenen bir titreşimdir. Saniyede 440 devirde titreşen bir sesin 440 Hz'de mırıldandığı söylenir. Modern standartlara göre A4'e benzeyen şey budur. Tabii ki, 432 Hz mırıldanan bir ses de A4 gibi ses getirecek, muhtemelen alışık olduğunuz sesten biraz daha düşük bir atış.

 

          Neden bazı insanlar ayarlama standardı olarak 440 Hz'in üzerinde 432 Hz'i tercih ediyor: Eğer 440 Hz yarım asırdan uzun süredir standartsa, neden bazı insanlar 432 Hz (Verdi dahil, sözde) üzerine yemin eder? Bu öznel. Ancak bu, insanların 432 Hz'e tutunmak için nedenleri olmadığı demek değildir. Daha önce de belirtildiği gibi, zaman boyunca müzisyenler sezgisel, pratik, matematiksel ve hatta ruhsal nedenlerle enstrümanlarını çeşitli şekillerde ayarlamayı tercih ettiler. Bu nedenlerin su taşıyıp taşımadığı tartışmaya açıktır, ancak yine de keşfedilmeye değerdir.

 

          Bazı insanlar sadece A4 = 432 Hz'e ayarlanmış müzik dinlemenin bazı somut ve metafiziksel faydaları olduğunu düşünüyor. Jüri bu iddiaların çoğunda yer alsa da, 432 Hz gibi çeşitli ayarlamaları denemenin bazı gerçek avantajları vardır. Öznellik bir yana, bazı dinleyiciler ve müzisyenler 432 Hz müziğin özünde doğadan türediğini ve hatta iyileştirici özellikler içerdiğini iddia ediyor.

 

           432 Hz hakkında doğal veya matematiksel olarak doğru bir şey var mı: Doğaya olan çekicilik öncelikle Schumann rezonansı olarak bilinen ölçülebilir bir fenomenden, fırtına kaynaklı elektromanyetik dalgalardan kaynaklanır ve dünya çevresinin bir katına eşittir. Bu dalgaların temel frekansını hesapladığınızda, yaklaşık 7,83 Hz (genellikle "Dünya'nın kalp atışı" olarak adlandırılır) ile sonuçlanırsınız. Bazı insanlar daha sonra bu frekansı kolaylık sağlamak için 8 Hz'e yuvarlar ve 432'nin 8'e bölünebilir olduğunu belirterek. Başka bir deyişle, 432 Hz'in Dünya ile "uyum içinde" olduğuna ve bu nedenle ruhsal olarak daha canlandırıcı olduğuna inanılmaktadır. Tabii ki, 8 sayısı da 440'a çıkıyor, bu yüzden bu şüpheli ve manipülatif bir iddia. Yani, ya 432 ve 440 Hz "dünya ile yankılanıyor", ya da konu önemsiz.

 

          432 Hz'in fiziksel veya ruhsal iyileştirici özellikleri var mı:   432 Hz ayarlamanın yaşam kalitesini artırma yeteneği lehine olan argüman, doğa ve numeroloji ile ilgili  argümanlarla biraz ilişkilidir. Bununla birlikte, çeşitli bilimsel çalışmalar belki de bu düşük ayar standardının aslında sağlıklı yaşam özellikleri içerdiği fikrine biraz güven verir. Bu faydalara en güçlü şekilde işaret eden dört çalışma, 2016'dan 2020'ye kadar uzanan İtalya'dan geliyor. Her çalışma farklı amaçlar için 440 Hz ve 432 Hz müdahaleleri arasındaki farkları test etti. Sonuç olarak, 2016, 2019 ve 2020 çalışmaları, 432 Hz ses müdahalesi alan hastaların, 440 Hz müdahale alanlara göre daha iyi performans gösterdikleri sonucuna vardı. Genel olarak, 432 Hz grubundaki üyeler kalp atış hızı ve kan basıncı değerlerinde hafif bir düşüş yaşadılar ve 440 Hz kampındaki meslektaşlarından daha iyi uyuma eğiliminde oldular. 2017 çalışmasına gelince, her iki deney grubundaki sıçanlar kilo aldı, ancak 440 Hz kalabalığı arasında biraz daha yüksek bir oranda. Bu çalışmalar 432 Hz'in zihin, beden ve ruh için daha iyi olduğunu kanıtlıyor mu? Bilim adamları, 432 Hz müziğin potansiyel olumlu etkilerini daha fazla incelemek için daha fazla araştırma yapılması gerektiğini iddia ediyor. Yine de, araştırma büyüleyici ve gelecekteki çalışmalar sadece daha fazlasını ortaya çıkacaktır. (Ertan Keeley)

 

***

          432 sayısı ile ilgili olarak kısa bir alıntı daha yapalım:

 

          432, evrenimizin dokusuna ayrılmaz bir şekilde bağlı, benzersiz ve güçlü bir sayıdır. Dünyamızın kutsal geometrisi ve üzerimizdeki gökyüzü ile inanılmaz bağlantıları var. Hatta eski atalarımızın anladığı büyük zamanlama döngülerinin içsel bir parçasını bile oluşturur. Örneğin ekinoksların presesyonunu alın. Bu astronomik fenomen, Vernal Equinox'ta gün doğumunun arka planı olarak takımyıldızların yavaş yavaş döndüğü 25.920 yıllık bir döngüdür. Kadimler bu muazzam döngüyü her biri 432 yıl süren 60 parçaya böldüler.

 

          Bu arada, büyük Hindu zaman döngüsü, Chatur Yuga - 4.320.000 yıl uzunluğundadır - ve bu döngünün şu anki parçası olan Kali Yuga - 432.000 yıl uzunluğundadır.

 

          Ekinoks noktasında, gece ve gündüzün eşit olduğu noktada, 432.000 saniye gün ışığı ve 432.000 saniye karanlık vardır.

 

          Bunlar, 432'nin kozmosumuza kodlandığı birçok yolun sadece örnekleridir. (Dr. Şenay Devi, Astrodeha.)

 

***

          Bu bilgilerden benim anladığım; 432 Hz’lik ses frekansının doğanın, evrenin ve insanın titreşim seviyesine yakın ve bunlarla tutarlı olduğudur. Nihayetinde tüm bunların yaratılmasında ve işletilmesinde la ilahe illallah nuru, kudreti, zemini varsa yaratılıştaki bu titreşimin, bu mübarek sözde de matematik bir karşılığı olmalıdır. O da çok net bir şekilde karşımıza çıkmaktadır.

 

           Çünkü la ilahe illallah sözüne ait sayısal değerler toplamı sağdan 432 olmaktadır.

 

          L   a     i   l   a   h   e     i   l   l   a   l   l   a   h

 

          15 1    11 15  1  10  6    11 15 15 1 15 15  1 10

 

          Alfabetik sayısal değer;      

          15+1+11+15+1+10+6+11+15+15+1+15+15+1+10 = 142

 

          Alfabetik rakamsal değer;

          1+5+1+1+1+1+5+1+1+0+6+1+1+1+5+1+5+1+1+5+1+5+1+1+0 = 52

 

          Rakam adedi; 25

 

          Harf adedi; 15

 

          Toplam: 142+52+25+15=234

 

          Sağdan 432…


13 Kasım 2022

KUR’ÂN’DA FÂHİŞE KAVRAMI

 Ankara 13.11.2022

KUR’ÂN’DA FÂHİŞE KAVRAMI

Toplumda “fâhişe” denildiği zaman, insanların akıllarına hemen kadın gelir.

Fâhişelik kavramı kadına yapıştırılır.

Toplumda fâhişelik kavramı, kadınların erkeklerle para karşılığı ilişkiye girmesi diye bilinir.

Oysa Kur’ân’da bu kavram toplumun kullandığı anlamda değildir.

Fahişe kavramı, kadın ile ilgili değildir.

Fâhişe, kadına takılan bir lakap değildir.

Fâhişeden maksat, kadın değildir.

Fâhişe; ahlâksız, hayâsız, erkeklerle bilmem ne yapan kadın demek değildir.

Fahiş kelimesi de buradan gelir.

Bir mal ederinden fazla satıldığı zaman, “Bunun fiyatı çok fahiş” denilir.

Kur'ân'da "fâhşa" kelimesi 30 âyette geçer.

Fâhşa kelimesi; haddi aşmak demektir.

Haddini bil, haddini aşma, hadsizlik yapma kavramı da buradan gelir.

Haddi aşmak; ölçüyü kaçırmak, sınırı geçmek, kendine nispet çıkarmak, Allah’a ait olanı kendine nispet etmek demektir.

Kur’ân’a göre fâhşa-fâhişe-fuhş kelimesi şu anlamlara gelir:

Haddini aşmak, benlik içinde olmak, kibre düşmek…

Gururlanmak, “Allah var ben de varım” demek…

“Ben benim, sen sensin” demek, bedenlerin sahibinin Allah olduğunu unutmak…

Kendi çıkarı için zalimlik yapmak… 

Aşırı gitmek, ölçüyü kaçırmak, sınırı geçmek…

Fenâ hallerde kalmak, dünyaya bağlanmak, Allah’ı unutmak…

Allah'ın ulvîyetinin yanında yokluğunu bilmemek, kendine vücûd nispet etmek…

Allah’a teslimiyet içinde olmamak, kendi egosuna teslim olmak…

Kur’ân’a göre her kim; Allah'ın ulvîyetinin yanında kendine benlik isnat ediyorsa, vücûdun sahibini kendi sanıyorsa, o kişi fâhşa-fâhişe durumuna düşmüş demektir.

Bedenlerin ardında bedenlerin sahibini göremeyen, benlik içine düşen fâhşa durumuna düşmüş demektir.

Her kim haddi aşıp, vücûdu ve vücûddaki sıfatları kendine nispet ediyorsa, o kişi haddi aşmıştır, fâhişe durumuna düşmüştür.

Kur’ân’da, fahşa-fahişelik durumuna düştüğümüzde, bu düştüğümüz gafletten nasıl kurtulacağımız bildiriliyor.

Ankebût Sûresi 45: "İnnes salâte tenhâ anil fahşâi vel munker."

Meâli: "Muhakkak ki her an Hakk’a bağlılık şuuru ile hareket etmek; haddi aşmışlığı, aşırılığı, kendine varlık isnat etmeyi, tüm fenaları engeller."

Âyeti incelediğimiz zaman anlıyoruz ki, Allah’a şahit olup, O’na her an teslimiyet içinde olmak, fâhşa durumuna düşmeyi ve kötü haller içinde olmayı engeller.

İnsan kendi vücûdunu sahibini bilmeli “benim vücûdum” dememelidir.

Vücûd Allah’a aittir, insana emanet edilmiştir.

İnsan o emanete iyi bakmalıdır.

İnsan, kendi var etmediği, kendi şekillendirmediği, doğumu ve ölümü kendi planlamadığı bir vücûdu, kendine nispet etmemelidir.

İnsan, vücûddaki işleyişte ve sıfatlarda asla muktedir olan değildir.

İnsan, vücûdda olan kâlbin atmasında, kanın dolaşmasında, hücrelerin çalışmasında, sindirim, boşaltım gibi olan faaliyetlerde asla muktedir olan değildir.

Göz kapağının açılıp kapanması bile insanın elinde olan bir şey değildir.

Vücûdda fâil olan, mevsuf olan, mevcûd olan olan ancak Allah'tır. 

Vücûdun sahibi Allah’tır, Allah bunu vücûdda olan işleyişinde ve sıfatlarında her an gösterir.

İşte kişi, vücûda benim deyip, haddi aşmamalıdır, yani fâhişe durumuna düşmemelidir.

Ahzâb Sûresi 30: "Min kunne bi fahişet" "Ben benim deyip kendini üstün gören."

A'râf Sûresi 28: "Ve izâ faalû fâhişeten" "Bir benlik içinde haddi aşanlar."

Nisâ Sûresi 22: "Kane fâhışeten" "Benlik içinde olan."

İşte Kur’ân’ı incelediğimiz zaman anlıyoruz ki, her kim Allah’ın ûlviyetinin yanında kendine benlik nispet ediyorsa, o kişi fâhşa-fahişe durumuna düşmüştür.

Yine bu düştüğümüz durumdan kurtulmanın yolu, Ankebût Sûresi 45. âyette çok güzel bildirilmiştir.

Salât şuuruna erişmek, her an Allah’a bağlılık içinde olmak, O’ndan asla ayrı olmadığını bilmektir.

Salât, namaz diye de çevrilir, namaz farsça bir kelimedir.

Kişi namazda Allah’a yönelir, onunla birlik içinde olduğunun şuuruna ulaşır.

Ve kişi her anını namazda imiş gibi geçirir, sosyal yaşantıda, ikili ilişkilerde her an namazdaymış, yani Allah’ın huzurundaymış gibi hareket eder.

İşte bu durum kişiyi, fâhşa-fâhişelikten ve kötü hallere düşmekten korur.

Salât kelimesinin Türkçe karşılığı; bağlılık içinde olmak, birlik içinde olmak, her an iletişim içinde olmak demektir.

İnsan, her an Allah’a bağlı olduğunu, O’nunla bir olduğunu asla unutmamalıdır

İnsan, kendine vücûduna dönmeli, o vücûdun nasıl oluştuğunu, nasıl bir kaynaktan geldiğini düşünmelidir.

İnsan kendi vücûdunu var etmedi ve kendi vücûdunda her an olan işleyişin sahibi de değildir.

Kâf Sûresi 16: “Ve nahnu akrebu ileyhi min hablil verîd.”

Meâli: “Ve Biz ona şahdamarından daha yakınız.”

İşte insan, bu yakınlığı idrak edebilmesi için salât şuuruna erişmelidir.

Salât şuuruna erişen, hep o şuurla hareket eden, fâhşa-fahişelik durumuna düşmeyecektir, yani haddi aşmayacaktır, Allah’ın ulviyetinin yanında kendine varlık isnat etmeyecektir.

İşte Kur’ân’ı incelediğimiz zaman, fâhişe kavramının toplumda kullanıldığı gibi olmadığını görüyoruz.

Toplumda, fâhişe kavramını bayan kardeşlerimize yapıştırarak, en büyük fâhişeliği yaptık, fark edemedik.

Kadını hep aşağıladık, fâhişe, orospu, kahpe, dedik.

Bu kelimelerin asli anlamlarını hep saptırdık ve kadınlara yapıştırdık.

Oysa:

Fâhişe: Haddi aşmışlık, benlik, gurur, kibir, içinde olmak, Allah’ın ulviyetinin yanında kendine varlık nispet etmek demekti, ama bizler kadın kardeşlerimize yapıştırdık.

Orospu, Farsça “ruspî” sözünden gelir. “Ak yüzlü” "parlak akıl" demektir.

Diğer bir anlamı da; değişik planlar yapan, kurgulayan, hemen akıl eden, problem çözen, ikna eden, başka bir çare bulan, gibi anlamlara gelir.

Ama bizler kadın kardeşlerimize yapıştırdık.

Kahpe: Arapça, “ḳḥb-kahba” kökünden gelir, dönen, dönek, yolundan sapan, vazgeçen, gibi anlamlara gelir.

Bu kavramı da kadın kardeşlerimize yapıştırdık.

Kavramları asli anlamlarına göre kullanmamak ta haddi aşmaktır, yani fâhişe durumuna düşmektir.

Lütfen dilimizden akan kavramların asli anlamlarını bilerek kullanalım.

Lütfen, Kur’ân’a saygı duyalım.

Lütfen, Kur’ân'ı anlamak için okuyalım.

08 Aralık 2021

Her Çağda Nuh'un Gemisi

HER ÇAĞDA NUH’UN GEMİSİ

 

          Geçenlerde vefat eden ünlü şair Sezai Karakoç şöyle diyor:  “Her çağda, şartlar ne kadar ağır ve umutsuz olursa olsun, inananlar için bir Nuh'un Gemisi vardır.”

 

          Bu anlamda Geminin mecazi bir manası var. İnanan iyi insanlar maneviyattaki Nuh’un Gemisi’ne binerek kurtulacaklardır. Ama her çağın aksine bu çağda insanlar Nuh’un Gemisi’ni fiziki olarak da görecekler.

 

          Bu ilahi hadise yani Nuh’un Gemisi programı bitmemiştir. Yüce Allah bu Gemiyi ahir zamanda ortaya çıkartmak için saklamıştır. Yani günü geldiğinde bu Gemi ortaya çıkacak ve görevini tamamlayacaktır. Ve artık o gün gelmiştir. Bu görevin ne olduğunu zaten birçok kitabımızda anlatıyoruz. Burada da iki cümle ile özetleyeceğiz ama bundan önce araya küçük bir yazı koymak istiyorum.
[Ömer Sami Ayçiçek]

 

          Değerli kardeşim Galip Turpan Bey, arkadaşı Recai Çağlayan’ın bir yazısını bana gönderdi. Bu yazıyı çok beğendim, arz edelim:

***

 NUH GEMİSİ; ANALİTİK DÜŞÜNCE ;YÜKSEK İDRAK DAĞI VE EVRENSEL MESAJI !....

         Nuh Gemisi süreci devam etmektedir. Bu Gemi ve bu Geminin hedefi bugün de vardır. İstikamet, Nuh’un Gemisi’nin izlediği rotadır.

 

Bu Geminin ana gayesi bütün insanların beşerî tûfânlardan kurtulmaları ve Allah’a kavuşmalarına yardımcı olmaktır.

 

Bunun sırrı henüz aklın ve analitik düşüncenin varamadığı ve idraklerin henüz yetmediği Hz. Nuh anlayışındadır.

 

NUH; tüm dünyada din tektir fıtrat dini. (İslam= selamete kavuşmak güven ve barış içinde olmak.) Ortada başka din yoktur, bölüp parçalanmamanın adı DİN’dir.

 

Hz.Nuh. (İnançlı ve bu imanına inatçı bir şekilde sarılan kişi.)

 

Hz.Nuh Gemisi. (İdrak ve anlayışı.)

 

Gemi = Varlığı dışlamayan her canlıyı bütünün bir parçası gören birbirinin haklarına saygılı, hoşgörülü empatisi gelişmiş yüksek idrak sahibi anlayışlar bütünüdür.

 

Bu yüksek anlayış ve idrak gemisi üç katlıdır. Alt tabaka vahşi haşarat denilen hayvanlar, orta tabakada sair ehli hayvanlar, üst tabakada Hz.Nuh ve bu anlayış ve davranışa iman etmiş olanlar bulunuyor.

 

(DİKKAT EDİLİRSE EN ALTTAN YUKARI DOĞRU BİR EVRİLME SÖZ KONUSU.)

 

Yani bu yüksek kültür ve anlayış gemisinde varlığın her kademesine saygılı ve yaşamı bir bütün olarak görme idrakinde olan insanların dağın eteklerinden en doruk noktasına ulaşana kadar tuğyanlar (fırtınalar) geçirerek ulaşması anlatılmaktadır. Bu tuğyanlar esnasında hedefteki bu anlayışlar bütününü idrak edip birbirlerine saygılı olup bu sürece iman edenlerin (bu anlayışlar bütünü gemisine binenlerin) diğer varlıklar gibi tuğyan içinde telef olmayacaklarını ve sükunetle o yüksek idrak dağının doruklarına salimen ulaşacaklarını ifade eder.

 

Kur’an’da geçen tennurun kaynaması yukarıda anlattığım varlığı bir bütün olarak gören inanan insanların gönüllerinin bu hedef doğrultusunda iman ve inançlarının kaynar duruma geldiklerini ve bu kaynama noktasından sonra bu anlayışlar bütününün en üst seviyesi olan dağın en üst seviyesine ulaştıklarını ve ulaşmaya devam edildiğini anlatır bu Gemi ve hedef bugün de vardır ve de süreç devam etmektedir anılan güvercin ve zeytin (barış, sükut,  esenlik ) ise tüm bu süreci gören anlayışın dağın üst noktasına diğer varlıkları çeken anlayışın simgesidir. Bu dağın en üst noktası barış, sükut, esenliğe ulaşıldığı noktadır işte o nokta; Kur’an’da geçen Fecr 27, “ey sükûna kavuşmuş benlik!” Fecr 28, “ey gönül huzuruna ermiş ruh! Sen Rabbinden razı, O senden razı olarak dön Rabbine! Sen de katıl has kullarımın içine, gir cennetime”nin tecelli etmiş halidir.

 

“Biz kesin bilgiyle inanan bir topluluğa ayetleri (delilleri ) apaçık gösterdik.”(2/118.)

 [Recai Çağlayan]

***

Yazımız böyle. Şimdi bu yazıyı tamamlayalım ve Geminin görevinin ne olduğunu arz edelim.

 

Gemiyi Cudi-Ağrı Dağı’nda, manevi merkezi 4417. metrede, bu yüksekliği zirveye göre 142 derecelik açı ile kesen yerde bulmuştuk. (Rabbimiz 2004 yılında o noktada Gemisini bize göstermişti ve şimdi artık insanlığa gösterilme aşamasındayız.) İşte Recai Beyin yazısında bahsettiği niteliklere eren insanları Gemi bu noktada manen içine alacaktır. Bu 4417 sayısı anlamsız değildir. 7 nefsini 1 Allah ile ıslah ederek 44 realitesine yani Cudi’ye varan, böylece cömertlik sunar hale gelen insanın matematik ifadesidir bu sayı. Sağın adamı olmuştur bu insan. Bu sayı sağdan 4417 diye okunur.

 

İşte kendi çabasıyla basamakları birer birer tırmanarak 4417’ye varan insanı Gemi alıp zirveye götürecektir. Yani Gemi ortaya çıktığında (ki, insan üzerinden çıkartılıyor) hak etmiş insanları manen içine alarak tekrar hareket edecek ve onları Recai Beyin dediği gibi Dağın zirvesine götürecektir. Anlaşılacağı üzere Geminin seferi bitmemiştir ve seferini tamamlamak üzere hem somut hem soyut olarak varlığını gösterecek ve görevini yapacaktır. Bu nedenle Muhyittin Arabi, “Seferler” isimli kitabında, “Nuh’un seferi uzar” demiştir.

 

Sezai Karakoç gibi, Recai bey gibi sayısız iyi insanlar tüm bunları akıllarının ve kalplerinin derinliklerinde hissediyorlar.  Bu devrin insanı mutlaka Gemiyi görecektir. Bu devrin insanı Gemi ile yüzleşmek kaderiyle yükümlü kılınmıştır.

 

Gemi 4417’ye varan insanları manen bünyesine alarak zirveye götürecektir. Bu sırada geri kalan insanlar kendi günahlarında boğulacaklardır. (Bu boğulma maneviyatta böyleyken, fizikte salgın hastalıklar, savaşlar ve felaketler olarak kendini gösterecektir.)

 

Gemi bu mübarek Dağa sıratı müstakim yolundan yani dosdoğru bir yol üzerinden gelmişti. Bu yol üzerinden devam ederek zirveye varacaktır. Bu yolun matematik ifadesi 142’dir. Bu sayının anlamlarına burada girmiyorum. Yalnız şu kadarını söyleyelim: 42 sayısı Allah isminin alfabetik sayısal değeridir. 142 ise “Bir Allah” demektir. İşte Gemi Bir Allah yolundan yani la ilahe illallah yolundan ilerleyerek zirveye, yine Allah’a  varacaktır. Ağrı-Cudi Dağı’nın zirve yüksekliği 5137 metredir. Bu sayının birçok anlamları vardır. (Sırf bu sayı işle ilgili olarak, “5137 Zirvenin Hakikati” isimli bir kitap yazdık.) Bu sayının ondalıklarını topladığımızda; 5+137=142 etmektedir. Dahası zirve koordinatlarının toplamı da mucizevî olarak; 44+17+39+42=142 etmektedir. Yani zirve her zerresiyle; “Bir Allah, la ilahe illallah” diye haykırmaktadır.

 

İşte Gemi, iyi kulları bu zirveye, Allah’a ulaştıracaktır. Bunun Kur’an’i anlamı; Gemiye manen binen insanların mahşer üzerinden yeni yer küreye, nurla tamamlanmış dünyaya geçirilmesidir. “Bu iş böyle gitmeyecektir, Allah pisi temizden ayıracak, yeryüzü Rabbin nuruyla parıldayacak, nurla tamamlanmış yeni dünya kurulacak ve yeryüzüne O’nun barışsever kulları varis olacaktır.” İşte böyle diyor ayetler.  

 

Ve artık insanlık bunların gerçekleştiği zamana girmiştir. Artık vakit gelmiştir. Onlarca kitabımızda bu dönemde Müslüman Türk Milletinin bu ilahi olaydaki yaptıkları işlerini anlatıyoruz. Bu millet 4417’ye insanlığı ulaştırmıştır. Bunun anlamı; insanlık yok edilmeyecek ve Altınçağa geçecek demektir. Bize düşen görev hem bu Gemiye binmek hem de mümkün olduğu kadar çok insanı Gemiye binebilir hal ve idrake ulaştırmaktır.

[Ömer Sami Ayçiçek]

BU YUNUS EMRE DENEN ŞAHIS ARTIK ÇOK OLUYOR

BU YUNUS EMRE DENEN ŞAHIS ARTIK ÇOK OLUYOR (Ömer Sami Ayçiçek. Araştırmacı-Yazar) Bu, Yunus Emre denen şahıs artık çok oluyor! Ben bu veli z...